Samstag, Juli 21, 2007

Gündöndü ile Güneş


Sarmaşık gündöndüye aşıkmış, gündöndü de güneşe;
sarmaşık hergün gündöndü ona baksın diye ona sımsıkı sarılırmış ama
gündöndü başını güneşten çevirip sarmaşığa bakmazmış hiç.
Sarmaşık gün geçtikçe hırsından gündöndüye daha çok sarılmaya başlamış,
bir sabah bakmış ki gündöndü güneşe değil kendisine bakıyor büyük bir sevinçle gündöndüye dönmüş, dönmüş ama farketmiş ki gündöndü ölmüş.

Sarmaşık aşkından onu öyle sıkmış öyle sıkmış ki gündöndü nefes alamaz olmuş ve ölmüş. Sarmaşık yaptığından çok pişman olmuş ama artık çok geçmiş.
Kendi aşkından olduğu gibi gündöndü ve güneşin aşkını da engellemiş istemeden ve sevdiğini öldürmenin ıstırapını yaşamış...

Freitag, Juli 20, 2007

Deli deli, sarı sarı Ayçiçeği


AYÇİÇEĞİNİN SERÜVENİ
Bazı kaynaklarda Kuzey ve Güney Amerika olarak kayda geçmiş olsa da, anayurdu tam bilinmeyen ayçiçeğinin, Helianthus annuus, toprağa taze bir tohumla düştüğü Mart ayında başlar serüveni. Dolgun, çimlenmemiş, kırıksız kendi çekirdekleridir tohumları... Nemli ve humuslu toprakları sever. Kuraklığa dayanıklıdır ama arada bir su ister; bir yıl arayla ekilir. Çünkü ayçiçeği güneşten olduğu kadar topraktan da beslenir. Sırasını beklerken buğdaygillere verir yerini.
Bir yıl arayla yapılan ekim hem toprağın hem de ayçiçeği tanelerinin verimini artırır. Bulutlu havaları sevmez. Küçük ısı farkları çekirdeğinin sayılarını, çekirdeğinden alınan yağın niteliğini bozar. Bahar mevsimiyle birlikte sıcaklık artınca tohumların çimlenmesi hızlanır. Önce topraktan yükselir boyu posu. Ama iri bir çiçek olan başı yazı bekler. Güneş kalmakta ısrar ettikçe mevsim değişir. Taze, iri yaprakları arasında kısa sürede büyük bir başa dönüşecek ve yüzlerce çekirdeği içinde barındıracak, henüz açmamış çiçekliği görünür.
Doğmaya çalışan güneş gibi ayçiçeği gün gün gelişmeye başlayınca sarı yapraklarla çevrili çiçekliği, neredeyse 40 santimetre çapına ulaşır. Toprak insanlarının kelle, kafa ya da baş dedikleri bu çiçeklik dıştan tüylü açık yeşil, içten pamuksu beyaz bir yapıya sahiptir. İçinde sayısız çekirdeği barındırmak için bal peteği gibi kusursuz bir düzen vardır. Gri, siyah ve beyaz renkli, çizgili bir kabukla örtülü ama kabuğa bağlı olmayan yağlı tohumların/çekirdeklerin üstü onlar olgunlaşana kadar sarı, kahverengi, morumsu küçük çiçekçiklerle kaplı kalır. Güneş yakar kavurur, kuşlar daha olgunlaşmayan tohumları yemeye durur. Taneler olgunlaştıkça ayçiçeğinin başı öne eğilir, ama o yılmadan ayakta durur. Başı, zamanla sertleşen ve ağırlıkla eğilen gövdesine kopmaz biçimde bağlıdır. Sonunda aşkından mı kurur, olgunluğundan mı bırakır güneşin rengini güneşe, bilinmez...
Posası hayvan yemi, sapları ve başı yakacak, çekirdeği yenen ve yağ üretiminde kullanılan zengin vitaminlerle dolu ayçiçeği ağustosta büyür, eylülde verir başını harman yerine...
Aniden biçerdöver sesi geliverir. Ellerde oraklar, bıçaklar, kesilir başı ama bitmez serüveni... Traktörlerde toplanır, çayırlara, bahçelere, avlulara taşınır, biraz daha kurur güneşin son dokunuşuyla... Onca uzun aylardan sonra yaşlısı genci şenliklerle elde sopalar döver durur daneleri (çekirdekleri) çıkana kadar ayçiçeğinin başını... Israrcı değildir artık, güneşe olan aşkının her birinde kalacağını bilerek döküverir gözyaşı gibi tohumlarını... Bilir ki her keresinde güneşten aldığı, sakladığı, koruduğu aşkı taşır her bir tohum, her bir çekirdek, her bir dane kendi içinde... Ve her biri onun güneşe olan aşkıyla dolu yaşamı taşır bize... Bu yüzden olmalı, Trakya’da ayçiçeği tarlaları arasında kalmış kasabamdan uzakta bir şehirde kolum yorulana kadar çekirdek çitletmem... Deli deli, sarı sarı... Deli sarı!

* Elif Şafak’ın Metis Yayınları’dan çıkan ‘Mahrem’ adlı romanından alınmıştır.

Sonntag, Mai 13, 2007

Bir Annenin Gözyaslari...

Orta yaşlı kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu anlayıp üzülüyordu.

Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun ona “Anneciğim, annler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-ya gelmezse, ya izin alamadıysa.” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti.

Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı.. Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu;” Bu telaşın niye?” diye ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “-Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti.

Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de..” İçinde sıkıntı armaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh.. yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…”

Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek, telefon bari etse..” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı., ekranına baktı, arayan oğluydu.

Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?

Açtı telefonu;

-Alo..

-Alo, nasılsın anneciğim?

-Sağol yavrum, sen nasılsın?

-İyiyim anneciğim.

-Ne yapıyorsun, işler nasıl?

-Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.

-Öyle mi yavrucuğum.

Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;

-İzin aldın mı yavrum?

-Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.

-Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?

-Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.

-Sen sen.. bunun için izin almadın mı?

-Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum.

Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.

-Öyle mi, nasıl biriymiş bu?

-Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.

-Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.

-Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?

-Dışardaydı yavrum. Hah.. kapı çalıyor, sanırım baban geldi.

-Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzüelinin kapısındayım.

-Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.

Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu.

Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Ahmet Ünal ÇAM

Annem Gibi Kokuyorsunuz...

Bu hikâye, yıllar önce bir ilkokul öğretmenin başından geçen gerçek bir
hikayedir. Öğretmenin adı; Bayan Thompson'dur. 5. sınıf öğrencilerinin
önünde ayakta durduğu ilk gün sırasına adeta çökmüs gibi oturan küçük bir
öğrenci dikkatini çeker. Öğrencin adı Teddy Stoddard'tır. Bir önceki yıl,
Bayan Thompson Teddy'yi gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını,
giysilerinin kirli ve öğrencinin de banyo yapması gereken bir halde olduğunu
görmüştü.
Teddy her zaman çok mutsuz görünüyordu. Çalıştığı okulda Bayan Thompson, her
öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti. Ve
Teddy'nin bilgilerini incelemek üzere en sona bırakmıştı. Onun dosyasını
incelediğinde şaşırdı. Çünkü birinci sınıf öğretmeni, "Teddy zeki bir çocuk
ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi
huylu... ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.

İkinci sınıf öğretmeni: "Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından
sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki
yaşamı çok zor.." diyordu.

Üçüncü sınıf öğretmeni: "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona
yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz
yaşam onu etkileyecek" diye yazmıştı.

Dördüncü sınıf öğretmenine gelince: "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi
göstermiyor. Hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor" demişti. Okuduğu bu
belirlemelerden sonra Bayan Thompson sorunu çözmüştü.

Ve öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış, süslü kurdelelerle paketlenmiş
Noel hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin
öğretmene armağanı kaba bir kesekağıdına beceriksizce sarılmıştı. Teddy'nin
armağanını diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi. Öğrencilerin
bir kısmı, paketten çıkan bazı taşları düşmüş ve sahte taşlardan yapılmış
bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar. Fakat
öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de
birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.

O gün okuldan sonra Teddy öğretmeninin yanına gelerek "Bayan Thompson, bugün
hep annem gibi koktunuz" dedi. Çocuklar gittikten sonra öğretmen uızunca bir
süre ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmeyi
ikinci plana bırakarak eğitimi öne çıkardı. Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi.
Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret
verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan
öğrencilerinden biri olmuştu. Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum
sözleri bir gerçek olmakla birlikte, Teddy onun en sevdiği öğrencisi
olmuştu.

Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm
yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan yeni bir
not alana kadar 6 yıl geçti. O notta, liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki
üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Thompson'un hâlâ hayatında gördüğü
en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu.

Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için
zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak
için çok çaba sarf etmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompson hâlâ onun
hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi.

Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Ve çok iyi bir
dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini
yazıyordu. Ve hâlâ Bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği
öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore
F.Stoddard Tıp Doktoru.

Bu hikaye burada bitmedi.

Sonra ilkbaharda bir mektup daha aldı. Bayan Thompson. Teddy hayatının
kadınıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Ve babasının birkaç yıl önce
öldüğünü ve Bayan Thompson'un düğünde, damadın anne ve babası için ayrılan
yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi.

Ve tahmin edin ne oldu?

O törene giderken birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı. Ve tabii ki
Noel'de Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümü de
sürmeyi ihmal etmedi. Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy onun
kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler, Bayan Thompson. Beni önemli
hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle hayata bağladığınız için..." diye
fısıldadı. Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Ben sana
teşekkür ederim Teddy" dedi. "Sen yanılıyorsun. Ben değil, sen bana
öğrettin. Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum.!"



Alinti...

Donnerstag, Mai 10, 2007

Nilüfer ve Papatya...


Mavisi yesiline karismis, uzun uzun agaçlarin
gölgelerini cömertçe sundugu, türlü türlü böceklerin,
çiçeklerin yasadigi, insanoglunun pek az ugradigi
ormanlardan birinde güzel bir göl vardi.
Suyu berrak mi berrak, serin mi serin... Gölün kiyisinda
hayat bulmus boynu bükük papatya, yanibasinda
o essiz büyülü suyun içinde açmiþ olan, en az kendi
kadar yalniz görünen nilüfer çiçegine sevdalanmisti.
Onun görkemli görüntüsünü, saf, masum,
asaletli halini hayranlikla seyrediyordu her gün.

Nilüfer çiçegi de kayitsiz degildi sevgili
papatyasina karsin. Birbirlerine sevgiyle bakiyorlar,
sarkilar söylüyorlardi birlikte. Yalnizliklarini
unutuyorlardi su koskoca orman içinde...

Tanrim, diyordu papatya içinden kimi kez.
Bu güzelligin yaninda benim yerim nedir ki?
O suyun içinde yasar bense toprakta...
Elimi uzatsam tutamam bile onu... Oysa
öylesine istiyorum ki onun yaninda olmayi...

- Ey güzel çiçegim, ey benim nilüferim
seviyorum seni... Lâkin öylesine çaresizim ki...
Sana nasil ulasacagimi bile bilmiyorum...
Evet, orada oldugunu bilmek, sesini duymak,
güzelligini görmek bile yetiyor bana ama
istiyorum ki elini tutayim, güzelligine dokunayim.
Gel gör ki ben bir papatyayim, sen ise bir nilüfer...
Ayri dünyalarda yasayan iki ayri çiçek...

Nilüfer, karsiliksiz birakmadi papatyanin sözlerini:
- Papatyalarin en tatlisi, kemandan çikan müzik ayni
ama nagmeleri çikaran teller ayridir. Sen baskasin,
ben baskayim, sen ordasin, ben buradayim diye yerinme.
Gönül sesine kulak ver yalniz... Bir seyi istiyorsan
yürekten iste....Sevgi, ask, ne büründügün kiyafeti,
ne makami, ne mesafeleri ne de baska bir seyi dinler...
Onun fermani okunmaya basladimi her sey susar.
Her sey çaresiz kalir... Sevgi söz konusu oldugunda
kisi kendi disindaki güçlerin insafina kalmaz.
Çünkü; kendisi de güçlü bir varlik haline gelir.
Ruhunun derinliklerinden gelen bu ezgi güçlenmeye
basladikça kayitsiz kalamaz buna tüm evren...
Sen ki benim güzelligime, askinla güzellik katmakta,
yalnizligimi örtbas etmektesin. Benim ve kendinin
varoldugumu ispatlamaktasin dünyaya.

Simdi kapat gözlerini simsiki...
Siyril tüm düsüncelerinden...
Yalnizca ama yalnizca beni düsle...
Yanimda oldugunu, gölün sularinda
elimi tuttugunu hayal et... Iste beni...
Göreceksin ki sevginin asamayacagi engel yoktur!

Papatya, nilüferin dedigini yapti. Yalnizca ama
yalnizca onun hayalini doldurdu tüm benligine.
Kendini güzeller güzeli çiçeginin
yaninda farzetti. Istedi... Istedi...

- Aç gözlerini!, dedi nilüfer.
Papatya saskinlik içindeydi gözlerini açtiginda.
Sevgili çiçeginin yaninda,
gölün sulari içinde bir nilüfer çiçegiydi artik o da...

Sevmek...
Istemek...
Hayal etmek...
Inanmak..



Olmayacak sey yoktur!
Eger ki; bu duygulara sahipseniz...

PS: Yazarini bilmiyorum...

Freitag, März 30, 2007

PAPATYA


Koskoca bir bahçede
Demetler içinde bir papatya.
Aşık olmuş, yanmış, tutuşmuş
Ak sakallı bahçıvana...
Bir ümit bekliyormuş.
Yüzlerce çiçeğin arasından
Onunla, sadece onunla
Saatlerce ilgilenmesini.
Buz gibi suyunu
Sadece ona döksün istiyormuş...
Sadece ona değsin makası,
Sadece ona gülsün dudakları.
Kıskanıyormuş bahçıvanı
Kırmızı güllerden,
Sarı lalelerden,
Mor menekşelerden.
Papatya, sadece bahçıvan için açıyormuş,
Bembeyaz yapraklarını...

Bir gün,
Aşkı öyle büyümüş ki, Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş.
Eğilivermiş boynu.
Toprağa bakıyormuş artık.
Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş
Ayaklarını görüyormuş.
Bunada sükür diyormus.
Yetiyormuş ona, bahçıvanın varlığını hissetmek.
Zaman akıp gidiyormuş.
Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş.
Ne var sanki boynumu kaldırsa
Bi kerecik daha görsem yüzünü diyormuş.
Yanıp tutuşuyormuş...

Ve işte bir gün..
Bahçıvan papatyaya doğru yaklaşmış.
İncecik bedenini ellerinin arasına almış.
Elindeki sopayı, köklerinin yanına, toprağa sokmuş
Bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.
Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı.
Hâlâ göremiyormuş onu,
Ama bedeni kurtulmuş.
Uzun bir müddet sonra,
Bahçıvan uğramaz olmuş bahçeye.
Gelen giden yokmuş...

Kahrından ölecekmiş papatya.
Ama işte bir sabah,
Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış.
Derin bir oh çekmiş.
Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş.
Birden, kendisine doğru gelen iki ayak görmüş.
Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş.
Başka birisiymiş.
Adamın elinde bir de makas varmış.
Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru
Ne güzel açmışsın sen öyle demiş.
Bu gencecik, yakışıklı bir delikanlıymış.
Gözleri gök mavisi, saçları güneş sarısıymış...
Ama gövden seni taşımıyor demiş.
Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış
Ve bir hamlede başını gövdesinden ayırmış.

Papatya yere düşerken hatırlamış sevdiğini,
O ak saçlı, ak sakallı, yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış.
Bir de o gencecik, yakışıklı delikanlıyı düşünmüş,
Ve o an anlamış, neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini.
O, her şeye rağmen, papatyaya emek vermiş.
Belki, ona hiç bir zaman güzel olduğunu söylememiş,
Ama onu aslında hep sevmiş.
Papatya anlamış artık.
Sevgi; emek istermiş...
Yere düştüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini,
Teşekkür etmiş ona içinden..
Son yaprağı da kuruduğunda,
Biliyormuş artık...
Gerçek sevginin, söylemeden,
Yaşamadan ve asla kavuşmadan
Varolabileceğini...



Yazarı Bilinmiyor

Dienstag, März 20, 2007



Kardelen, ümidin cicegidir, cünkü o bilir ; nasil ki her gecenin sonunda mutlaka bir sabah gelir ve karanligin en koyu oldugu an, sabaha en yakin andir, aynen öyle her kisin sonunda da bir bahar gelecektir...



sevdasi ugrunda, soguklara, karlara , kisa katlanir. Kisacasi, sevdasi ugruna fedakarligin canli misalidir... O, bahara gönül verip, ona kavusmak için sabredemeden yollara dökülendir. Mütevazidir kardelen.fakat;bakmayin siz onun,yüzünün yerde olduguna
onun, basi dimdiktir...

Evet, gecen hafta bol bol karli fotograflar eklemistim. Bugün hava soguk olmasina ragmen karlar neredeyse tamamen eridi.
Kardelenlerin yakinda yer yer toprak üstünde boy gösterecegini düsünüyorum...




BİR KARDELEN MASALI...


Bir varmış bir yokmuş ,uzak ülkelerin birinde, dağların doruklarında güzeller güzeli Dağ Fulyası yaşarmış.
Baharın ilk belirtileriyle uzun kar uykusundan uyanır,
güneş sıcaklığını iyice hissettirmeye başladığı günlerde tomurcuklanır, yaz boyunca da çiçekleriyle çevresine binbir
renkler saçar, kokusu ile, güzelliği ile, güzelliğinden çok o
mahçup saf duruşu ile herkesi kendine hayran bırakırmış.

Doğa ananın da en sevgili yavrusu, herşeylerden sakınıp
gözettiği en nadide çiçeği imiş bu Dağ Fulyası. En yakın
arkadaşı Nergis'le sıcak yaz günleri boyunca gülüşürler,
oynaşırlar, bütün doğayı neşeyle donatırlarmış. Fulyacık
Nergis'ini çok sever bir dediğini iki etmezmiş. Elinden
gelse tüm dünyasını Nergis'le paylaşmak istermiş.

Nergis de çok güzelmiş ama Fulya'nın saflığına karşı son derece
kurnaz, işveli, cilveli, bir kızmış. Fulya'yı çok sever, onunla
arkadaşlığını sürdürmek için kendini ona benzetmeye çalışır,
ama içten içe de Fulya'nın herkes tarafından sevilmesine
tahammül edemez, herkes kendini daha çok sevsin istermiş.

Fulya'nın tüm çiçekleri sabırla dinleyip, hepsine yardım etmek istemesine, herkese çözüm getirmeye çalışmasına hayret edermiş.
Çünkü, Nergis çiçek için doğadaki en önemli şey kendisiymiş,
kendi duyguları kendi düşünceleri , herkesin, herşeyin üstünde
imiş. Fakat Fulya'ya özel bir değer verir, onun hayranı olduğu
saflığını korumak için olası tüm kötülüklerden sakınmak istermiş.

Fulya ise hep tebessümle karşılarmış Nergis'i zira, Doğa
annesinin de aynı koruyucu kollayıcı davranışlarına alışık
olduğu için Nergis'e ayrıca çok güvenir, inanırmış.
Bu arada aşağılarda , dağların, vadilerin ötesindeki
ovalarda ise Bahar Rüzgârı yaşarmış...

Bu rüzgârın en sevdiği iş, ovanın tüm çiçeklerine gezip
gördüğü yerleri anlatarak onlara yeni heyecanlar, yeni
ufuklar göstermek ve onların hayranlığını, sevgisini
kazanmakmış. Birbirinden değişik ilginç öykülerle
çiçeklerin gönlünü çelip en masum görüntüsünü takınır
en hoş sesiyle onlara birbirinden güzel şarkılar söyler,
eğlendirirmiş. Çiçekler kendilerinden geçip, hayranlıkla
onu dinlerken, o fark ettirmeden çiçek tozlarını alıp
koynunda gizlediği kutusuna atarmış.

Bahar Rüzgârı, bu çiçek tozlarını karıştırıp bir gün kendine en
güzel kokulu, en güzel renkli çiçeğini oluşturacağını hayal eder
yüreği bu hoş beklentiyle çarparmış. Fakat aldığı her çiçek
tozundan sonra yine bir eksiklik hissedip daha güzel, daha ışıltılı,
binbir renkli, çok daha güzel kokulu çiçekler aramaya çıkarmış.

Rüzgâr, bir gün yine bu amaçla ovadan ayrılıp vadiye doğru yola
çıkmış. Vadiye geldiğinde birden çok farklı bir çiçek kokusu
hissetmiş, etrafına bakınmış ama görememiş.Çünkü koku
yukarılardan geliyormuş. Başını kaldırıp dağa doğru bakmış.
Tepelere yaklaştıkça kokular daha da yoğunlaşırken içlerinden
ayırt edici bir koku tatlı tatlı başını döndürüyor, onu daha
yukarılara çekiyormuş. Sonunda onu görmüş. İlk önce
heyecandan yanına yaklaşamayıp uzaktan seyre dalmış.

Fulya çiçek olacaklardan habersiz pervasızca çevresindeki
arkadaşlarıyla şakalaşıyor, çocuklar gibi neşeli kahkahalar
atıyor, gülerken gözlerinin içi gülüyormuş. Rüzgâr nasıl olup
da bugüne kadar çevresine eşsiz ışıltılar saçan bu çiçeğin
varlığından habersiz yaşadığına hayret etmiş. Hemen harekete
geçmeye karar verip hafif hafif Fulya'nın etrafında esmeye
başlamış. Bir yandan da bildiği en güzel şarkıları söylüyormuş.
Fulya bu beklenmedik hoş esintiyi heyecanla karşılamış, kendine
yeni ve çok farklı bir arkadaş edineceğini hissetmiş. Çünkü
arkadaşı Dağ Rüzgârının keskin esintisine karşı Bahar Rüzgârı
tatlı bir meltem edasıyla yapraklarını okşuyor, yıpratmadan
dinlendiriyormuş. Güzeller güzeli çiçek, rüzgârın coşkulu, tutkulu
heyecanlı sesini büyük bir hoşnutlukla dinlemeye koyulmuş...

Rüzgar, Fulya'ya ovadaki güzellikleri, gezip gördüğü yerlerde
duyup işittiği ve yaşadığı ilginç hikayelerini anlatırken
onun da başını döndürüp çiçek tozlarını alacağı anı hayal
ediyor ve yüreği bu anın heyecanı ile deli gibi çarpıyormuş.
Fakat kendindeki bu yeni duygulara kendide şaşırıyor,
Fulya çiçeğin tüm dünyasını merak ediyor, daha yakından
tanımak için çırpınıyormuş. Bu nedenle çiçek tozlarını almak
için biraz daha sabredip Fulya ile arkadaş olmaya karar vermiş.

Rüzgâr, Fulya çiçeğin dünyasına girdikçe hayranlığı daha da
büyümüş, onunla konuşmak, onun fikirlerini duymak, kendini dinlerken hüzünlü hikayelerde hemen buğulanıveren gözlerine
dalıp gitmek, neşeli hikayelerde kahkahalarına karşılık
vermek Rüzgarda tutkuya dönüşmüş.

Fulya'nın kokusu renklerindeki saflık, konuşmalarında
kendini hissettiren bilgeliğini, çocuksu ifade tarzı, hele
sesindeki o içine işleyen ince tını bugüne kadar hiçbir çiçekte rastlayamadığı özelliklermiş. Fulya ise dinlediği o harika hikayelerle, kendini dünyanın her yerine götürdüğüne inandığı
bu yeni arkadaşı yüzünden tüm arkadaşlarını ihmal etmeye başlamış. Zamanını hep Rüzgarla beraber geçirmek istiyormuş.
Zira Rüzgâr öyle güzel konuşuyor ve o kadar çok şey biliyormuş
ki, Fulya'nın dünyası yepyeni renklerle bezeniyormuş.

Günler geceler boyu birlikte konuşmuşlar, gülmüşler,
ağlamışlar. Bahar Rüzgârı Fulya'nın bütün güvenini kazanmış. Fulya bu arada Nergis'i ihmal etmemeye çalışıyor onada
rüzgâr'ın anlattıklarını anlatıyor ve ikisini tanıştırırsa birlikte
harika bir dünya kuracaklarını çok eğleneceklerini söylüyormuş. Nergis, Fulya'yı ilk kez bu kadar heyecanlı görüyor ve onu
bu kadar etkileyen birini çok merak ediyormuş.

Rüzgâr ise çiçek tozlarını aldığı takdirde Fulya'nın
arkadaşlığını kaybedeceğini bildiğinden bu çok istediği,
beklediği anı sürekli erteliyormuş. Fakat aklında da
yaratacağı o muhteşem çiçek olduğundan dağdaki diğer
çiçeklerle arkadaşlık kurup, onlarada aynı hikayeleri, aynı
şarkıları anlatarak başlarını döndürüyor ve çiçek tozlarını
alıp saklıyormuş. Bir gün Fulya, Rüzgâr'ın tüm yaptıklarını görmüş. Fakat çiçek tozlarını saklamasını anlayamamış.
Zira çiçek tozları, çiçekler için hayati önem taşıyormuş.

Tüm çiçek arkadaşlarının ertesi baharlarda yeniden canlanıp gün
ışığına kavuşmaları için bu tozların yeniden toprağa düşmesi
gerekiyormuş. Oysa rüzgâr onları kendine saklayarak çiçeklerin
ömürlerini sona erdiriyormuş. Fulya çok üzülmüş, onun derin
düşünceli hali Doğa annesini de endişelendirmiş. Bu arada Fulya,
istemeyerek Bahar Rüzgârı'nı Nergis'lede tanıştırmış. Ama Nergis'in
çok akıllı olduğunu ve Rüzgâr'ın büyüsüne kapılmayacağını
düşünüyormuş. Oysa Rüzgâr, Nergis'in ışıltılı renklerini öyle bir
övgülerle anlatmaya başlamış ki.. Hele Rüzgâr'ın şarkılarında ki,
o heyecanlı sesi duyunca Nergis de tüm diğer çiçekler gibi
büyülenmiş ve çiçek tozlarının gitttiğinin farkına bile varmamış.

Fulya büyük bir korku ve üzüntü ile olanları izliyormuş.
Hemen evine dönüp Rüzgâr'a, evinin tüm kapı ve
pencerelerini sıkı sıkıya kapatmış. Rüzgâr, Fulya'nın olanları gördüğünden habersiz, kendinden emin bir şekilde büyük
bir kibir ve iki yüzlülükle Fulya'nın evinin önüne gelmiş. Her zamanki gibi Ona ne eşsiz bir çiçek olduğunu, kokusuyla onu büyülediğini, çok uzaklardan bu koku ile kendisini çekip
getirdiğini en etkileyici sesi ile söylemeye başlamış.

Fulya çok büyük üzüntüler içinde perdenin arkasından sessizce Rüzgâr'ın anlattıklarını dinliyormuş. Rüzgâr, kapıların
açılmayışına anlam verememiş. Tekrar Fulya'ya ne kadar
çok değer verdiğini söyleyip en hüzünlü sesiyle ona şarkılar söylemeye devam etmiş. Fulya, gözyaşları içinde kapılarını
açmadan Rüzgara her şeyi gördüğünü ve yaptıklarını çok
yanlış bulduğunu, çiçeklerin yaşamlarının sürekliliği için
o tozlara ihtiyacı varken kendisinin büyük bir duyarsızlıkla,
herşeyi önceden planlayarak tozları çaldığını söylemiş.

Rüzgâr, Fulya'nın tepkisini çocukça ve anlamsız bulmuş.
O tozlara kendi mükemmel çiçeğini yaratmak için ihtiyacı olduğunu Fulya'ya anlatmaya çalışmış ama Fulya onun yaptıklarını asla anlayamayarak bencillikle suçlayınca
büyük bir kızgınlıkla oradan uzaklaşmış. Nergis ise
olanlardan habersiz Rüzgârla arkadaşlığına devam
ediyormuş. Rüzgâr kendi mükemmel çiçeği için sakladığı
tozları arasında Fulya'nın eksikliğini içinde duyarak,
kutusunu açmış, bir daha ki bahara kendi muhteşem
çiçeğini oluşturmak amacıyla çiçek tozlarını toprağa
serpmek istediğinde birde ne görsün tozların hepsi
kutunun içinde günlerce havasız kalmaktan
bozulup küflenmemiş mi?

Rüzgâr, her çiçek tozunun kendi doğal ortamı içinde sadece
ait olduğu çiçek olarak yaşayabileceğini çok geç anlamış.
Yinede büyük bir kibirle doğanın kanunlarına karşı geldiğini binlerce çiçeğe sonbaharı yaşattığını görmezden geliyor,
diğer yandan içinde Fulya'nın yokluğundan kaynaklanan
büyük bir boşlukla tüm hedef veamaçları
tükenmiş bir şekilde avare esip duruyormuş...

Fulya, gördüklerine yaşadıklarına dayanamıyor büyük acılar çekiyormuş. Hele bir dahaki baharda hiçbir arkadaşının olamayacağını düşündükçe, Nergis'inin bile Rüzgâra
kapılıp gittiğini görmek, onu kaybettiğini bilmek Fulya'nın
büyük üzüntülerle hastalanmasına neden olmuş.
O incecik zarif boynu bükülmüş, günden güne sararıp
solmuş. Doğa anne üzüntüsünden ne yapacağını bilemiyor
en değerli yavrusunun gözünün önünde eriyip gitmesini,
hastalıktan ölecek hale gelmesini önleyecek çareler arıyormuş.
En sonunda aklına çok güzel bir fikir gelmiş. Hemen Dağ Fulyası'nın yanına gelerek, onun vaktinden çok
önce uyumaya başlaması gerektiğini söylemiş.

Fulya çiçek derin üzüntülerle minicik yüreği çok yorgun olduğundan henüz daha bahar aylarında olmasına rağmen
annesinin kollarında kolayca uyumuş.. Günler haftalar aylar boyunca hiç uyanmamış.. Böylece tüm yaz ve sonbahar aylarını uykuda geçiren Fulya bir gün kulağında Doğa annesinin
tatlı mırıltılarını duyarak gözlerini açmış. Yüreğinin nedenini
henüz bilemediği büyük bir huzur ve mutluluk ile dolu
olduğunu hissediyormuş. Gördüklerini anlamaya çalışıyor,
muazzam bir beyazlığın ortasında gözleri kamaşıyormuş.

Adeta tüm evren, bu güzel ve cesur çiçeğin yüreğini huzurla doldurmak istercesine büyük bir sessizlik içindeymiş. Karların Prensi ise büyük bir şaşkınlıkla kardan pelerinin altından
adeta yüreğini delip çıkan bu çiçek karşısında nefesi tutulmuş, gözlerine inanamayarak bu güzel çiçeğin yaşama yeniden gülümsemesini izliyormuş. Hayatında ilk kez böylesine
güzel bir çiçekle karşılaşmış. Zaten zavallıcık hayatı boyunca
hiç çiçek bile göremiyormuş ki, kış boyunca doğadaki
tüm canlılar kış uykusuna yatar, her yer derin bir sessizliğe gömülürmüş. Fulya da doğaya böylesine muazzam
güzellikler veren ve büyük bir huzur içinde uyumasını
sağlayan karlar prensine mutlulukla gülümsüyormuş.

Tüm ruhu ve incecik zarif gövdesi ile sadece karlar prensine yönelmiş, gözleri sadece onu görsün, yüreği sadece on duysun istemiş. İşte; o günden beri tüm doğa, Dağ Fulyasına
KARDELEN demeye başlamış. Zira, karları delip yeryüzüne çıkabilen tek çiçek Kardelen olmuş. Karların ve Karlar
Prensi'nin tek çiçeği ... Kardelenle Karlar prensi birbirlerine
hiç beklemedikleri bir anda kavuşmanın sevinci ile
sonsuza dek büyük bir mutlulukla yaşamışlar...


Servet ÖZKÖK

Montag, März 20, 2006



Sizlerle gercek bir animi paylasmak istiyorum. Bu benim icin cok önemli, cünkü ayni seyleri belki sizlerde yasadiniz veya cocuklariniz da yasiyabilir.

Ilkokula giderken 1953-1955 yillarinda, okula giderken gectigim yol kenarlarinda yaban gülleri vardi. Köyde yasadigimiz icin okula giden tek yoldu. Söyle bin metre kadar yürüyordum hergün okula gitmek icin.

Yolun kenarlarinda oldukca büyük yaban gülleri vardi, hic kesilmedigi icin dal budak salmis, oldukca büyümüslerdi.

Her gecisimde güllerin kokusunu hissederdim, cocuktum, sopayla onun dallarina vurur yapraklarinin yere dokülüsünü izlerdim. Ertesi gün tekrar ordan gecerken veya dönüste yine ayni seyi yapardim ve bu is sonbahara kadar devam ederdi.

o gül agaclari sonraki yillar gül vermez oldu ve kurudu.



Bunun üzerinde cok düsündüm ve halen üzülüyorum. Yillar gecti Almanyaya geldim.

Almanya dada ayni yaban güllerini parklarda gördüm ve cocuklugum gözlerimin önünde canlandi. Tabii ki onlara zarar vermeyi hic düsünmedim. Bu arada yaslandim. Birgün gözlerimin iyi görmedigini hissettim ve doktora gittim. Hayatta hic kimsenin istemedigi ve benimde hayatimda en cok korktugum diyabet hastasi oldugumu ögrendim. Hap kullanmaya basladim.

Doktor tavsiyesi üzerine, bir gün orman bölgesinde yürüyüse ciktim, yalnizdim, o günde börek baklava gibi sekeri yükseltecek seyler yemistim. Nasil olsa cok yedim yanima da birsey almadim yemek icin. Oldukca ormanin iclerine dogru yürümüsüm, yaklasik evden 4-5 km uzaklasmisim. Yürüyüse cikarken seker hastalarinin yaninda mutlaka seker yükseltici ekmek seker yada meyveli icecek birseyler olmasi gerektigini biliyordum ama ne yazik ki yanima hicbirsey almamistim.

Mesafe o kadar uzamis ki bir an terlemeye basladim, görünürlerde de kimseler yok. Sekerimin düsmekte oldugunu farkettigimde yere oturdum. Gözlerim kararmisti ve titriyordum. O ani simdi hatirlamak bile istemiyorum. Gözlerimi biraz actigimda sag tarafimda o Türkiyede köyümde sopayla güllerini yapraklarini döktügüm yaban gülü adeta beni yanina cagiriyordu. Aramiz iki metre kadardi. Yeni acmis ve acmakta olan tomurcuklarini gördüm, hemen yanina gittim. Bana cesaret vermisti yaban gülleri. Itinayla koparip yemeye basladim. Baya yedim, bes on belki daha fazla. Sekerimin yükseldigini farkettim. Tekrar biraz ceplerimi doldurdum ve eve gelinceye kadar yemeye devam ettim. Hayatimi kurtarmisti Yaban Gülü...

Hemen ertesi günü esimle beraber bahceciler kulübüne üye olduk.

Su an 500metrekare bahcemiz var, icinde degisik güller yetistiriyoruz. Bizim icin adeta yasam kaynagi oldu. 45 üyemiz var, bos zamanlarimiz hep bahcede geciyor.

yazin baska sehirlerden bahceci gruplar ziyaretimize geliyorlar.



Birgün bahcede calisirken onbes kisilik bir grup bahceleri geziyorlardi. Güller acmis ve diger cicekler acmis, sebzeler büyümeye baslamisti. Bizim bahcenin önünde aralarinda bizim bahcenin en güzel oldugunu konustuklarini duydum. Beni sonradan farkettiler ve güllerin ciceklerin isimlerini sormaya basladilar. Tabi benim konusmamdan yabanci oldugumu da anladilar. Türk oldugumu söyledigimde, iclerinden bazilari Türklerin böyle güzel bahce yaptiklarini ilk defa gördüklerini söylediler. Ben de onlara Türkiyede daha güzel bahceler oldugunu söyledim.



Iste böyle. Güllere siddetle basliyan cocuklugum beni bahcemde güllerimle ciceklerimle meyve ve sebzelerimle bu günlere getirdi. Bu arada söylemeden gecemiyecegim. Kizimin isminin anlami da Yaban Gülü...





PS: Bu öyküdeki kisi esimdir.