Sonntag, Mai 13, 2007

Bir Annenin Gözyaslari...

Orta yaşlı kadın, evin içinde telaşlı bir haldeydi. Eşyaların yerini değiştiriyor, örtüleri düzeltiyor, arada bir mutfağa gidip pişmekte olan yemeğe bakıyor, tekrar salona dönüyordu. Sokaktan gelen her seste pencereye koşuyor, her duyduğu kapı zilinde de, başkasının zili olduğunu anlayıp üzülüyordu.

Başka şehirde iş bulan oğlu, hem uzak yerde olduğundan hem de izin alamadığından 2 aydır gelememişti. Orta yaşlı kadın, büyük bir özlemle oğlunun gelmesini ümit ediyor, kulağı zil sesinde, ayak sesinde telaşla bekliyordu. Her anneler gününde, çocuğunun ona “Anneciğim, annler günün kutlu olsun” diyerek, boynuna sarılmasına öyle alışmıştı ki, sanki oğlu kapıdan giriverecek ve koşup boynuna sarılacaktı, sonra da onun için hazırladığı tatlılardan yiyecekti. Oysa oğlu geleceğini söylememişti ki. Kadın, boynu bükük düşündü, “-ya gelmezse, ya izin alamadıysa.” İçini özlem dolu bir alevin yalayıp geçtiğini hissetti.

Kadın sabahtan hazırlığa başlamıştı.. Telaşlı halini gören eşi, sorup durmuştu;” Bu telaşın niye?” diye ama cevabını bir türlü alamamıştı. Sonunda da kadın; “-Bu gün evde işim çok, sen git-gez biraz” diye ısrar ederek, eşini rica-minnet dışarı çıkarmıştı. “Ya, telaşımın nedenini anlarsa, ya saatlerce beklediğim halde oğlum gelmezse” diye düşünmüştü. “Gelmezse” düşüncesiyle bir daha yüreği titremişti.

Saatler geçip gidiyordu, öğlen olmak üzereydi; “-Gelemiyorsan, bir telefon et bari, ‘anneciğim’ de..” İçinde sıkıntı armaya başlamıştı; “-Anneler gününü kutlamak için bir telefon bile etmeyecek mi acaba? Ben böyle bekliyorum ama o belki hatırlamadı bile. ‘Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur’ sözü anneler için de geçerli olur mu hiç. Olamaz canım, bir telefon eder en azından. Hoş telefon yetmez, özledim yavrumu, kara gözlerini, yaramaz gülüşünü. Hıh.. yaramaz, dediğimi duysa yine darılır, ‘Beni çocuk gibi sevme’ der. Sanki nasıl seveceksem…”

Çocuğunu düşündükçe, onunla konuştuğunu düşündükçe yüzü gülüyor, farkında olmadan bir anda neşeleniyordu. Sonra duvardaki saate gözü takılıyor, yeniden durgunlaşıyordu. “-Gelmeyecek, telefon bari etse..” diye düşündü istemeye istemeye. “-Sesini bari duymuş olurum”. Tam böyle düşünürken, cep telefonunun sesiyle irkildi, omuzlarında bir yorgunluk, bakışlarında bir burukluk telefona uzandı., ekranına baktı, arayan oğluydu.

Sevinmeli miydi? sevinemedi. …acaba …acaba gelemeyeceğini söylemek için mi aramıştı. Telefonda kutlayıp geçecek miydi anneler gününü, sarılamayacak mıydı yavrusuna?

Açtı telefonu;

-Alo..

-Alo, nasılsın anneciğim?

-Sağol yavrum, sen nasılsın?

-İyiyim anneciğim.

-Ne yapıyorsun, işler nasıl?

-Biraz zor oldu ama alıştım, hem bu şehre, hem de işe alıştım.

-Öyle mi yavrucuğum.

Söylemiyordu işte ne telefonda kutluyordu, ne de gelmiyeceğini söylüyordu. Sonunda dayanamayıp sordu;

-İzin aldın mı yavrum?

-Evet anneciğim, izin aldım. Sen nerden bildin.

-Nerden mi, anneler günü için izin almadın mı?

-Ha, anneler günü doğru ya. Anneler günün kutlu olsun anneciğim.

-Sen sen.. bunun için izin almadın mı?

-Ah anneciğim, çok sevdiğim, benim için çok önemli bir bayanı görmeye gideceğimi söyledim. Şefim de izin verdi. Şimdi onun yanına gidiyorum.

Orta yaşlı kadın durakladı, sesine hakim olmaya çalıştı.

-Öyle mi, nasıl biriymiş bu?

-Anneciğim, emin ol bana, senin daha önce yaptığın yemeklerden daha lezzetlisini, daha önce yaptığın tatlılardan daha tatlısını yapmıştır, beni bekliyor şimdi.

-Ben… şey… tamam yavrucuğum. Şey, umarım o da seni seviyordur.

-Sevdiğine eminim anne, zaten bu ilk iznimi sırf onu görmek için aldım. Babam nerde anne?

-Dışardaydı yavrum. Hah.. kapı çalıyor, sanırım baban geldi.

-Tamam anne selam söyle, ben de mis gibi kokuların geldiği, dünya da en çok değer verdiğim bir dünya güzüelinin kapısındayım.

-Tamam yavrum, söylerim. Sonra yine ara yavrum. Allah’a emanet ol.

Telefonu kapattı. Oysa ne kadar özlemişti oğlunu, ne kadar görmek istiyordu. Kapıya eli uzanırken, gözünden süzülen yaşlara engel olamıyordu.

Kapıyı açtığında, boynuna atılan oğlunun “-Canım anneciğim, anneler günün kutlu olsun!” diye bağırması sanki bir rüya sahnesiymiş gibi geldi. Oğlu; “-Anneciğim, seni sevindirecek bir sürpriz yapayım dedim, lütfen ağlama” dese de, annesi sevinçten hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Ahmet Ünal ÇAM

Annem Gibi Kokuyorsunuz...

Bu hikâye, yıllar önce bir ilkokul öğretmenin başından geçen gerçek bir
hikayedir. Öğretmenin adı; Bayan Thompson'dur. 5. sınıf öğrencilerinin
önünde ayakta durduğu ilk gün sırasına adeta çökmüs gibi oturan küçük bir
öğrenci dikkatini çeker. Öğrencin adı Teddy Stoddard'tır. Bir önceki yıl,
Bayan Thompson Teddy'yi gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını,
giysilerinin kirli ve öğrencinin de banyo yapması gereken bir halde olduğunu
görmüştü.
Teddy her zaman çok mutsuz görünüyordu. Çalıştığı okulda Bayan Thompson, her
öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti. Ve
Teddy'nin bilgilerini incelemek üzere en sona bırakmıştı. Onun dosyasını
incelediğinde şaşırdı. Çünkü birinci sınıf öğretmeni, "Teddy zeki bir çocuk
ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi
huylu... ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.

İkinci sınıf öğretmeni: "Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından
sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki
yaşamı çok zor.." diyordu.

Üçüncü sınıf öğretmeni: "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona
yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz
yaşam onu etkileyecek" diye yazmıştı.

Dördüncü sınıf öğretmenine gelince: "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi
göstermiyor. Hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor" demişti. Okuduğu bu
belirlemelerden sonra Bayan Thompson sorunu çözmüştü.

Ve öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış, süslü kurdelelerle paketlenmiş
Noel hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin
öğretmene armağanı kaba bir kesekağıdına beceriksizce sarılmıştı. Teddy'nin
armağanını diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi. Öğrencilerin
bir kısmı, paketten çıkan bazı taşları düşmüş ve sahte taşlardan yapılmış
bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar. Fakat
öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de
birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.

O gün okuldan sonra Teddy öğretmeninin yanına gelerek "Bayan Thompson, bugün
hep annem gibi koktunuz" dedi. Çocuklar gittikten sonra öğretmen uızunca bir
süre ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmeyi
ikinci plana bırakarak eğitimi öne çıkardı. Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi.
Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret
verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan
öğrencilerinden biri olmuştu. Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum
sözleri bir gerçek olmakla birlikte, Teddy onun en sevdiği öğrencisi
olmuştu.

Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm
yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu. Ondan yeni bir
not alana kadar 6 yıl geçti. O notta, liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki
üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Thompson'un hâlâ hayatında gördüğü
en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu.

Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için
zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak
için çok çaba sarf etmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompson hâlâ onun
hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi.

Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Ve çok iyi bir
dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini
yazıyordu. Ve hâlâ Bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği
öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore
F.Stoddard Tıp Doktoru.

Bu hikaye burada bitmedi.

Sonra ilkbaharda bir mektup daha aldı. Bayan Thompson. Teddy hayatının
kadınıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Ve babasının birkaç yıl önce
öldüğünü ve Bayan Thompson'un düğünde, damadın anne ve babası için ayrılan
yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi.

Ve tahmin edin ne oldu?

O törene giderken birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı. Ve tabii ki
Noel'de Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu söylediği parfümü de
sürmeyi ihmal etmedi. Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy onun
kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler, Bayan Thompson. Beni önemli
hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle hayata bağladığınız için..." diye
fısıldadı. Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Ben sana
teşekkür ederim Teddy" dedi. "Sen yanılıyorsun. Ben değil, sen bana
öğrettin. Seninle karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum.!"



Alinti...

Donnerstag, Mai 10, 2007

Nilüfer ve Papatya...


Mavisi yesiline karismis, uzun uzun agaçlarin
gölgelerini cömertçe sundugu, türlü türlü böceklerin,
çiçeklerin yasadigi, insanoglunun pek az ugradigi
ormanlardan birinde güzel bir göl vardi.
Suyu berrak mi berrak, serin mi serin... Gölün kiyisinda
hayat bulmus boynu bükük papatya, yanibasinda
o essiz büyülü suyun içinde açmiþ olan, en az kendi
kadar yalniz görünen nilüfer çiçegine sevdalanmisti.
Onun görkemli görüntüsünü, saf, masum,
asaletli halini hayranlikla seyrediyordu her gün.

Nilüfer çiçegi de kayitsiz degildi sevgili
papatyasina karsin. Birbirlerine sevgiyle bakiyorlar,
sarkilar söylüyorlardi birlikte. Yalnizliklarini
unutuyorlardi su koskoca orman içinde...

Tanrim, diyordu papatya içinden kimi kez.
Bu güzelligin yaninda benim yerim nedir ki?
O suyun içinde yasar bense toprakta...
Elimi uzatsam tutamam bile onu... Oysa
öylesine istiyorum ki onun yaninda olmayi...

- Ey güzel çiçegim, ey benim nilüferim
seviyorum seni... Lâkin öylesine çaresizim ki...
Sana nasil ulasacagimi bile bilmiyorum...
Evet, orada oldugunu bilmek, sesini duymak,
güzelligini görmek bile yetiyor bana ama
istiyorum ki elini tutayim, güzelligine dokunayim.
Gel gör ki ben bir papatyayim, sen ise bir nilüfer...
Ayri dünyalarda yasayan iki ayri çiçek...

Nilüfer, karsiliksiz birakmadi papatyanin sözlerini:
- Papatyalarin en tatlisi, kemandan çikan müzik ayni
ama nagmeleri çikaran teller ayridir. Sen baskasin,
ben baskayim, sen ordasin, ben buradayim diye yerinme.
Gönül sesine kulak ver yalniz... Bir seyi istiyorsan
yürekten iste....Sevgi, ask, ne büründügün kiyafeti,
ne makami, ne mesafeleri ne de baska bir seyi dinler...
Onun fermani okunmaya basladimi her sey susar.
Her sey çaresiz kalir... Sevgi söz konusu oldugunda
kisi kendi disindaki güçlerin insafina kalmaz.
Çünkü; kendisi de güçlü bir varlik haline gelir.
Ruhunun derinliklerinden gelen bu ezgi güçlenmeye
basladikça kayitsiz kalamaz buna tüm evren...
Sen ki benim güzelligime, askinla güzellik katmakta,
yalnizligimi örtbas etmektesin. Benim ve kendinin
varoldugumu ispatlamaktasin dünyaya.

Simdi kapat gözlerini simsiki...
Siyril tüm düsüncelerinden...
Yalnizca ama yalnizca beni düsle...
Yanimda oldugunu, gölün sularinda
elimi tuttugunu hayal et... Iste beni...
Göreceksin ki sevginin asamayacagi engel yoktur!

Papatya, nilüferin dedigini yapti. Yalnizca ama
yalnizca onun hayalini doldurdu tüm benligine.
Kendini güzeller güzeli çiçeginin
yaninda farzetti. Istedi... Istedi...

- Aç gözlerini!, dedi nilüfer.
Papatya saskinlik içindeydi gözlerini açtiginda.
Sevgili çiçeginin yaninda,
gölün sulari içinde bir nilüfer çiçegiydi artik o da...

Sevmek...
Istemek...
Hayal etmek...
Inanmak..



Olmayacak sey yoktur!
Eger ki; bu duygulara sahipseniz...

PS: Yazarini bilmiyorum...